Çaresizlik, izin verilen bir olgu mu? Bir tercih mi? Yoksa bir sonuç mu?
İzin vermek de neyin nesi?
İnsan hiç çaresizliğine izin verir mi?
Evet, maalesef evet, sistematik olarak evet, toplum mühendisliği ve mimarlığı açısından evet….
Toplumsal olarak 2000’li yılların eşiğine yaklaştığımız bir dönemdeyiz, aradan geçen yirmi küsür yıldan sonra olduğumuz yerde debelenip duruyor, çırpındıkça daha da derinlere batıyor, bağırmak, haykırmak istedikçe ağzımıza bir el kapatılıyor, elimize bir kelepçe, sonra o bilindik standartlar…
2000’li yıllar demişken kısa bir değinelim.
2000’ler…
Toplumsal bunalımların, ekonomik daralmaların, bir dizi sosyo-kültürel sıkıntıların zirve yaptığı, art arda gelen şehit haberleri sonrası terörist eylemlerin artık son bulacağı, anaların ağlamayacağı, ümitlerin yeniden yeşereceği yıllar…
O yıllarda çaresizlikler de vardı yokluklar da ama insanlar çaresizlik sendromuna girmeden içini boşaltabiliyor, eleştiri, yorum hatta eylem dahi yapabiliyorlardı.
Öyle ki 2001 yıllında Bülent Ecevit’e kasa atabiliyor ve adeta geçim sıkıntısının hükümete karşı çığlık bulmuş bir halini sergileyebiliyordu. Söz konusu olay siyaseten bir devrin sonlanmasına yol açsa da Dolar ile ticaret yapan bir esnaf, 600 tl den 1100 tl ye fırlayan dolar karşısında çaresizliğini haykırmıştı aslında.
O yıllarda yöneticiler yönetim konusunda başarılı olamasa da halka yakınlıkta, hesap verilebilirlikte, karşıt siyasi görüşten rakipleriyle canlı yayınlarda tartışmada başarılıydılar, istifa mekanizması aksak da olsa çalışıyordu. Mikrofon uzatılan insanlar konuşabiliyor, eleştiri yapıyor diye kimse şucu bucu diye yaftalanmıyordur.
İnsanlar yine gelecek endişesi yaşıyor, yüzler gülmüyor, gönüller huzur bulmuyordu. Bu coğrafyanın kaderinden midir yoksa insanımızın merhametinden midir bilinmez hep bir umutsuzluk hep bir kaos hep bir huzursuzluk ile kitleler bir şekilde konsolide edilmeye çalışılıyordu.
Darbe girişiminden sonra 2018 yılına kadar gündemi “karanlık ajandanın sakinleri”, “kendini inkar eden kontrollü muhalifler” gibi bir sürü olay meşgul etti, hızla eriyen Türk Lirası karşısında vatandaşların alım güçlerindeki erime 2024’ün sonuna geldiğimizde durum içinden çıkılamaz bir hal adı öyle ki “minimal insan kalabilme iradesini göstermek” bile neredeyse mümkün değildi.
2025 yılının ilk günlerinde çalışanlara ve emeklilere yapılan zamlar ise adeta bardağı taşıran son damla oldu. Bardak taştı taşmasına da ne su aktı ne bardak boşaldı.
Yurdumuzun çeşitli şehirlerinde başlayan küçük çaplı “yaşam çığlıkları” öyle cılız kalıyor ki yapılan yürüyüşlere katılanların sayıları eylemin güvenliğini sağlayan güvenlik güçleriyle yarışır seviyede kalmaktaydı. Yaş ortalamaları 60 üzeri bir avuç insan ellerinde “açlığa ve sefalete karşı halk ayağa” pankartlarıyla yürüyor ancak aralarında bir tane bile genç yok, arkalarında onlardan kalabalık bir silahlı gaz tabancalı coplu güvenlik gücü, önlerinden geçtikleri kafede oturan gençler uzaktan seviniyor, “ben de orda olmak istiyorum sesleri” ama kimse kılını kıpırdatmıyor bu nasıl yaman bir çelişkidir.
Pandeminin hayatımıza girdiği 2020’li yıllarda özellikle genç toplumda mille ve manevi değerler ile hak ve adalet konusunda ciddi bir eylemsizlik pandemisi baş gösterdi. Ve bu pandemi neredeyse gençliğin tamamını sarmış durumda. Bu gençler 10-15 yıl sonra ülkede icracı konuma gelecekler ve hayatın her alanına karışacaklar.
Hazıra alışmanın, hazır tüketimin, hazır giymenin, hazır yemenin ve içmenin zirve yaptığı günümüz gençlerini eyleme, harekete geçme konusunda da hazıra alıştırdık galiba. Tüketim toplumu modelinin bir tezahürü olsa gerek, ne var ne yok düşüncesizce tüketirken, tüketme hakkı noktasında neyi varsa tüketen ve bir birey olduklarını en gür ses tonuyla haykıran gençlerimiz milli ve manevi duygularını, hak ve adalet anlayışlarını da çok hızlı bir şekilde tükettiler.
Acil önlem alınması gereken bu konuda toplumun her kesiminin elini hatta gövdesini taşın altına koyması, kendi çizdiği tabloyu sürekli “bu ne biçim bir tablo” diye eleştirmek yerine kalemi tuvali boyayı eline alıp yeniden resmetmeliler.
Burada asker emeklisi 65 yaş üzerindeki bir babanın kızına “evladım sizin için çok endişeleniyorum, benim ne şurada yaşayacağım ne kadar ömür var bilmiyorum ama bu ülkede siz yaşayacaksınız, haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliğe, siyasi sorumlulara iktidarı muhalefetiyle tepki göstermezseniz ortada ne yaşanacak bir ülke ne de haklarınız kalır” ifadesini de nakletmeden geçemeyeceğim.
Ne tür bir pandeminin içinde olduğumuzu anlamamız açısından konuyu muhteşem bir şekilde tanımlayan bir aydından alıntı yapmak istiyorum.
“ülkede ve dünyada sorunların çözülmesini ve bir şeylerin düzeltilmesini 'sistem' denen, ama gerçekte bir sistem olamayacak kadar doğrudan karanlığa ve kaosa hizmet eden mevcut zeminin 'izin', 'yetki', 'otorite', 'itibar' ve 'geçerlilik' verdiği kişilerden, siyasi partilerden ve 'kurumlardan' beklediğimiz müddetçe hiçbir şey düzelmeyecek ve sorunlar daha da artacak, ta ki insanlar içine düşürüldükleri çaresizlikten ötürü yine sahnede boy göstermelerine 'izin verilen' ve bizzat karanlık ajanda doğrultusunda 'onaylanmış' sözde 'bilim insanlarının' söz sahibi gibi gösterilerek yine aynı karanlık ajandanın kuklalığını yapacağı ve her şeyin düzeleceği vaadiyle propagandası yapılan 'Teknokrasi'ye teslim olana kadar.
'Doğru birtek budur' hipnozuyla ezberlettirilen müfredata birebir boyun eğilerek makinanın 'diploma' vermesi de artık yetmiyor, zirâ sonrasında makinanın çıkarlarına uygun hareket etmedikçe 'piyasada' ve 'toplum indinde' yetki ve söz sâhibi olunmasına da izin verilmiyor.
Bu duruma itirazınızın topluma bir örgütlenme ve karşı direniş fırsatı olarak yansımasını istiyorsanız da, yine yalnızca 'izin verilen' sokak ve patikaları ve 'kuralları' tâkip ederseniz görünmenize ve duyulmanıza izin veriliyor, ki o an da maalesef çoktan bir 'kontrollü muhâlif' konumuna düşmüş oluyorsunuz, bunu kendiniz inkâr ediyor veya göremiyor olsanız bile.
Demokratik yollardan hak arayışı, denetlenmesi gereken tüm kurumların hukuki ve toplumsal denetlenmesinin, hesap verilebilirliğin, idari ve siyasi sorumluluğun gereğinin talep edilmesi bir korku eşiği olmamalıdır.
Herkes izin verdikçe bu çaresizlik sendromundan bireylerin ve toplumun kurtulma şansı yok görünüyor. Eğer bir rehber aranıyorsa 100 yıl önce ülkemizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”sine dönüp bakabilirsiniz vesselam….