Yıl 2000’ler…
Toplumsal bunalımların, ekonomik daralmaların, bir dizi sosyo-kültürel sıkıntıların zirve yaptığı, art arda gelen şehit haberleri sonrası terörist eylemlerin artık son bulacağı, anaların ağlamayacağı, ümitlerin yeniden yeşereceği yıllar…
Azerbaycan’dan üst düzey bir general, ailesi ve yakın arkadaşlarıyla birlikte kimselere haber vermeden, bir minibüs ile tatil için gelmişti Karadeniz’e. Trabzon sahil yolunda aracın arızalanması nedeniyle zoraki bir mola vermişlerdi ki Karadeniz’in meraklı gözlerinden biri, 70 yaşlarında bir amca hemen olaya müdahil olarak oradaki heyet hakkında bilgi almaya çalışıyor, bir süre sonra insanlarla kaynaşarak onların arızalanan araçları için tamirci ayarlayıp, “Siz askersiniz, burada beklemeyin buyurun bize gidelim” diye onları ısrarla yakında bulunan evine yemeğe, çaya davet ediyordu. Askeri şahıslar ve ailelerinden oluşan bu gezi grubu ısrara karşılık çay teklifini kabul edip yaklaşık iki saat kadar bu amcanın sıcak ve samimi evine misafir oluyor.
Bir yemek sırasında Karadeniz’den söz açıldığında aradan geçen 20 yıl zamana rağmen unutamadığı anısını, o günkü heyecanıyla anlatan general, şunları da eklemişti; “Biz bir millet iki devletiz, biz kardeşiz, ben orada Karadeniz özelinde Türk insanının misafirperverliğini canlı canlı yaşadım ve kendi evimdeki huzur, rahatlık ve samimiyeti gördüm” demişti.
Binlerce yıllık geçmişe, acı-tatlı tecrübelere sahip olan bir yaşanmışlığın, onlarca farklı medeniyet ve kültürün harmanlandığı zengin bir genetik kalıtımı taşıyan Anadolu insanı, aslında tam da kendisine yaraşır şekilde davranmış ve tanımlanıyordu.
Çünkü Anadolu, Ana, doluydu, o anaların yetiştirdiği yiğitlerle, yetenekli ve güzel kızlarla doluydu, o anaların yetiştirdiği “Eline, diline, beline” hakim olan insanlarla doluydu. Şairin ifadesiyle “ ki onlarda iffet ki onlarda edep, onlar severse tam severler gülüm” sözlerinin makes bulduğu seven gönüllerle doluydu.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, yurtiçi ve yurtdışından gelen turistlerce, bölgedeki coğrafi güzelliklere ait fotoğraf ve videoların sosyal medya platformlarında paylaşılması, turizm ve kalkınma projeleri kapsamında bölgeye yapılan yatırımlar, tur şirketlerinin planladıkları etkinlikler sayesinde bölge cazibe merkezi haline gelmişti. Başlangıçta yurtiçinden ve yurtdışından her milletten gelen turistlerin yerini, yakın olması nedeniyle önce İran ve zamanla Arap uyruklu turistler almaya başlamıştı.
İlk olarak Uzungöl, Fırtına Deresi ve Ayder Yaylasına olan ilgi, neredeyse Trabzon’dan Gürcistan sınırına kadar tüm yaylaları kapsayan bir safari turuna dönüşmüştü. Öyle ki Trabzon/Demirkapı’da yöre halkından başka kimsenin duymadığı bir gölün kenarında gruplar halinde Arap kafileleriyle karşılaşmamak içten bile değildi.
Geçimini çoğunlukla çay ve fındıktan elde eden coğrafya insanı ilk kez turizm pastasından payını almaya başlamıştı.
Zincirleme bir sektör olan turizm sayesinde, yeni yapılan oteller, bungalov evler, restoranlar, toplu ve VİP tur hizmetleri, araç filo kiralama hizmetleri hızlı bir şekilde bölgede yerini aldı.
İnsanlar turizmden gelir elde etmek için çat pat İngilizce bilen gençlerden faydalanmaya başladı. Artan Arap turistlerle birlikte önce Arapça bilen İmam Hatipli Öğrenciler bu sektörde yerini aldı daha sonra tabelaların Arapça karşılıkları yazıldı, zamanla bu tabelalar daha büyük punto Arapça yazılarla değiştirildi, şimdilerde ise bazı işletmelerde küçücük Türkçe yazıları görünce sevinir olduk.
Aklıma Jomo Kenyatta’nın o meşhur sözü geldi: “Beyaz adam geldiğinde, bizim topraklarımız, onların ellerinde İncil vardı. İncil’i verip bizi uyuttular; gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız onlardaydı”
Ve böyle de oldu… Karadeniz’de yaşanan tam olarak buydu!
Bölgeye artan ilginin doğal bir sonucu olarak başlayan, Türk-Arap ortaklıkları, yapılan kanun düzenlemeleriyle birlikte yabancılara gayrimenkul satın alma ve işletme kurma iznini verilmesiyle sürdü, işletmeler birer birer el değiştirmeye, halka ait gayrimenkuller küçük meblağlar karşılığında Araplara satılmaya başlandı. Durum öyle bir hal aldı ki artık bazı yerlerde Arap mahalleleri, kümeleri, öbekleri dahi oluşmuştu.
Rize Zil Kale’de karşılaştığım bir olay; bölge ve insanındaki değişimi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. “Kalenin dibinde bir işletmede; neredeyse her bir çatlaktan su sızan bir yerde, tuvaletlerin susuzluk nedeniyle kapalı olduğu belirtilerek yerli turistler geri çevriliyor, bir şeyler atıştırmak için satıcının telefon görüşmesinin bitmesini bekleyen bir vatandaş, işletmenin diğer bankosundan hizmet almak için bekletilmeyen Arap turisti görüp, kendisinin hala telefonla konuşan satıcıyı beklediğini fark edince kendi kendine söylenerek aracına binip oradan uzaklaşmıştı.”
Hizmet sektörüne gelince; sıradan bir ayranın bile marketteki barkotlu fiyatının; yanlış duymadınız tam beş katına satıldığı bir yere yerli turistlerin ikinci seyahati mümkün müydü?
Salıncak, insan sapanı, zıpzıp, trambolin kenarında öylece bakıp bekleyen çocuklarımızın aksine Arap turistlerin çocukları hallerinden gayet memnun, yedikleri çikolata vb aburcubur paketlerini etrafa saçmakla ilgileniyorlardı. Aslında bölgedeki otelcilerin Arap turistlerle ilgili yakındıkları konu olan temizlik alışkanlıklarının doğal bir yansımasıydı.
Bu durumdan rahatsız olan yöreden bazı insanlar, sosyal medyalardaki paylaşımlarıyla zaman zaman ağır eleştirilere varacak yorumlarda bulunarak adeta sessiz bir işgalin söz konusu olduğu serzenişinde bulunmuşlardır.
Kıvrak zekalı, sevecen, yardımsever ve vatansever ve bu ülkenin sigortası olan Karadeniz İnsanında gelinen noktada galiba bazı sigortalar kısa devre yaptı…
Cemal Süreyya’nın dediği gibi “Herkesin niyeti iyiyse, bize bunca kötülüğü kim yaptı?”
Evet bize bunca kötülüğü kim yaptı...