Kitabın ön kapağında “Rumu, Ermenisi, Yahudisi, Kürdü, Alevisi, eşcinseli, zengini, yoksulu, yeni binyılın dünyasında aynı gemide… Anlayış ve sevgiyle bir araya gelebildiklerinde neler yaratabileceklerinin hikayesi… Bir umudun romanı…” yazısı insanı mıknatıs gibi çekiyor. Yazarının da bir Ermeni vatandaşımız olması işin cabası… Üstelik İstanbul hakkında ondan fazla ünlü kişi kitaba kısa ya da uzun önsöz yazmış.
Kitap, daha önce ailesi İstanbul’da yaşayan azınlıklardan sadece biri. Aynı öteki azınlıklar gibi dönemin getirdiği sıkıntıları fazlasıyla yaşamış. Ölenler ölmüş, kaçanlar kaçmış, malına mülküne el konanlar olmuş, Varlık Vergisi’ni verenler de veremeyip sürgüne çalışmaya gönderilenler de olmuş. Mübadele yaşanmış. Sonuçta tüm bu azınlıkların doğup büyüdüğü ana kent İstanbul’da yaşayabilen, halen terk etmeyen bir avuç insan gerçek anlamda azınlıkta kalmış.
Kitap bir İstanbul romanı… Yazarın önce terk edip gittiği, sonra hasretine dayanamayıp döndüğü İstanbul’u anlatıyor. Bu kentte gerçek İstanbullunun kimler olduğu çoktan unutulmuş. Bu kente hayat veren azınlık vatandaşların çoğu öyle ya da böyle çekip gitmiş ya da gönderilmiş. Kalanlar kalabalıkta kendi durumlarını korumaya çabalamışlar. Ama çevre gittikçe İstanbullu olmayanlarca hızla işgal edilmiş, bir karmaşa içinde yaşamaya çabalamışlar.
İstanbul öyle bir kent olmuş ki; gerçek yerlisi azınlıklar ve yerliler git gide azalırken Anadolu’dan hızla göçenler İstanbul’un çoğunluğu olmaya başlamış. Bu gelenlerin içinde İstanbul’un çeperlerine yerleşmiş, tek derdi karnını doyurmak olanlar çoğunluktadır ve zamanla bileği güçlü olanlar bu güzelim kenti ele geçirmişlerdir. İçlerinde doğuda dağa çıkmaktan başka seçeneği kalmayınca kendinin ya da çocuklarının canını kurtarmak olanlardan taşı toprağı altın denen kente büyük hayallerle gelip madde bağımlısı, çete elemanı, fahişe, eşcinsel olanlar gittikçe artmış. İşte böyle bir kent olmuş İstanbul… Halbuki dünyanın en güzel kentidir; ama kimlerin elinde kalmıştır, işte o soru işaretidir.
“Senden bir şey isteyeceğim. İstanbul’u kendi duvarlarının ardından izleme. Sokaktayken başını kaldır binalara bak, sokaklarını keşfet, insanlarını izle… Hiçbir kitap seni bu kadar besleyemeyecek, hiçbir müzik ruhunu bu kadar dolduramayacak, hiçbir öğreti sana bu kadar gerçek(çi) gelemeyecek, hiçbir koku zihninde bu kadar yer edemeyecek. İstanbul’un berduşlarına, sokak köpeklerine, insanlarına bak. İnsanlarına önyargısız bak. Aynı evi paylaştığın insanları yerme, etiketleme… Senin İstanbul için yapabileceğin bir şeyler var. Ve sen hangi şehirde bu satırları okursan oku, kentin için, bu ülke için yapacağın çok şey var” diyor yazar. Bir İstanbul aşığı; bir roman yazmak için geldiği İstanbul’u bıraktığı gibi bulamamanın acısın yaşıyor.
Romanda insan analizleri bol miktarda var, okuyucuyu etkileyeceğini düşünüyorum. Eski İstanbul’un güzelliklerini -benim gibi ilk gençliği İstanbul’da geçen biri için- okurken içiniz sızlayarak yaşıyorsunuz. Elbette peşinden gelen yozlaşmayı da… Kadın-erkek ilişkileri, eşcinsellik, aldatmalar, madde bağımlılığı konularında çarpıcı değerlendirmeler var. Okurken uzun uzun düşündürüyor.
Romanın finalinde yaşamanın temeline ırkı, inancı, yaşam tarzı, etnik kökeni, dini inancı tamamen devre dışı bırakılarak sadece “İnsan” üzerinde anlaşılabilirse her şeyin çok daha güzel olacağı irdeleniyor. Bunu da Rum, Ermeni, Türk, Kürt, Hıristiyan, Musevi, bölücü veya milliyetçilik yanlısı insanların bu kimliklerinden sıyrılarak İstanbul’dan göçmek zorunda kalmış, ya da İstanbul’da kalmaya halen direten azınlıklar için bir ortak yaşam evi yapılması çabalarına yer veriliyor.
Bir İstanbul sevdalısının düşlerini anlatan çarpıcı bir roman… Okurken etkilendim.