Kitabın Yazarı: Ali GÜLER
(Halk Kitabevi, 2021, 232 Sayfa)
Kitaba Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’tan alınan sözleri ile başlayalım: “Saygıdeğer efendiler, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri öteki barış teklifleriyle karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zaferdir.”
Kitabın önsözünde ise yazarımız; “Lozan’ı tartışmaya açmak demek, onun uluslararası hukuka göre bağımsızlığını tescillediği Türkiye Cumhuriyeti Devletini oluş ve beka esaslarını tartışmaya açmak demektir. “Lozan yüz yıllık süresi olan bir antlaşma imiş, 2023’te bitecekmiş, gizli maddeleri varmış. Halifeliği kaldırma sözü verilerek imzalanmış, Adalar, Mısır, Sudan, Kıbrıs ve dahi pek çok Osmanlı toprağı Lozan’da satılmış vs. vs…” (…) Tutanaklardaki tartışmalara bakıldığında görülecektir ki; Lozan’daki kavga “Hilal ile Haç”ın kavgasıdır. Onun için Lozan bin yıllık hesaplaşmadır.”
Kitap, bir tarihi belge araştırması olup dört bölümdür. İlk bölümde genel durum inceleniyor. Yunanlıların 1922 Eylül’ünde uğradığı bozgundan sonra 11 Ekim 1922’de Mudanya Antlaşması imzalanıp Lozan Konferansının toplanmasına karar verilmiştir. Konferans, 21 Kasım 1922’de başlamış, görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesintiye uğrasa da 23 Nisan 1923’te tekrar başlayarak 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. Atatürk’ün Nutuk’ta Lozan’a geniş yer ayırdığını, bundan önceki dört antlaşmayla kıyaslanmasına da yer veriliyor.
İkinci bölümde tüm görüşmelerde temel olarak “Misak-ı Milli”nin esas alındığını okuyoruz. “Ankara Hükümetinin Lozan barış görüşmelerinde Misak-ı Milli’yi esas aldığını, Türk Milletinin yapabileceği barışın “asgari şartlarını” içeren bir “barış programı” olarak değerlendirilmiştir.”
Lozan’da çözülen ve çözülemeyen sorunlar dikkatle ve o günün genel koşulları içinde okunup değerlendirilmelidir. Türkiye 15, İtilaf Devletleri de Türkiye’den 20 talepte bulunmuştur. “…Türkiye’nin taleplerini incelediğimiz bu bölümde, Türkiye’yi yarı yarıya başarılı saymak doğru bir yaklaşım olur” diyor yazarımız. Örneğin; çözülemeyen Musul meselesi ayrıntılı olarak açıklanıyor. İngiltere Musul’u kazanmak için Türkiye’yi iç isyanlarla zorlayacaktır. Daha önce Hakkâri konusunda çıkarttığı “Hangediği Olayı” sonrasında bu kez de Şeyh Said isyanını tetikleyecekti. Sovyetler Birliği yetkilisinin de Batıya şirin görünme adına Türkiye’den desteğini çekmesiyle ülkemiz Musul için yapılan dayatmalara dayanamaz hale gelmeye başlayacaktır. “Bu durum, Türkiye’nin Moskova’nın desteğine güvenerek İngiltere ile bir savaş serüvenine atılmamakla ne kadar doğru ve isabetli bir karar vermiş olduğunu” açıkça ortaya koyuyordu.
İngiltere bu arada Orta Doğu’da haritalar çizilirken kendine bir müttefik bulmak amacıyla “Kürt politikasını” devreye sokacaktır. Irak’ta “uydu bir Kürt Devleti” kurmak isteyecek, böylece Türk Devleti’nin de ellerini bağlamış olacaktı. “Kürt ve Arap unsurlara karşı Nesturileri, Türkiye’ye karşı Kürt ve Nesturileri kullanan İngiltere, Irak Hükümetine karşı da Türkiye’yi bir tehdit unsuru olarak kullanmış ve bölge genelinde emellerine ulaşmıştır” diyor yazarımız.
Hani, “savaşmadan niye Musul’u verdiniz?” diyenlere duyurulur! Sonuçta ne alabilirse kâr mantığıyla Türkiye Musul sorununu karara bağlamak zorunda kalmıştır. Boğazlar Konusu da çok çekişmeli geçecektir. “Montrö Sözleşmesi, Lozan Antlaşmasıyla oluşturulmuş bulunan ve Türkiye’nin egemenliğine sınırlama anlamına gelen “Uluslararası Boğazlar Komisyonu” nu kaldırmış, bu komisyonun bütün hakları Türk Hükümeti’ne geçmiştir. (…) Böylece Boğazların güvenliği Türkiye’ye bırakılmış” tır.
Kitapta Atatürk’ün Hatay sorunu için yaptığı çalışmalar ve sonucunu da okuyoruz. “Kırk asırlık Türk yurdu düşman eline bırakılamaz” ve “bu benim şahsi meselemdir. Tek başına kalsam da gider savaşırım” diyen Atatürk’ün Hatay’ın anavatana katıldığını görememesi ayrı bir üzüntüdür.
Üçüncü bölüm, T.C. Devletinin temel esaslarını, hukuki alt yapısını, azınlıklar statüsünü anlatıyor. Konferansta diğer ülkeleri ısrarla azınlıklar konusunu saptırarak içine etnik kökenli sorunları, başta da Kürtleri katmak istemelerini okuyoruz. Gayrimüslim üç halkın azınlık sayılabileceğini savunuyorlar. “… Lozan’a göre, burada oluşturulan siyasi-hukuki statüye göre, Türkiye’de sadece Gayrimüslim azınlıklardan bahsetmek mümkündür. Bunlar da Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdir. Bu unsurlar dışında bulunan ve bu devletin kuruluşunda rol oynayan ve sınırlar içinde yer alan bütün unsurlar Türk’tür ve devletin asli, egemen unsurudur.” Bunlar kabul ettirildikten sonra sıra nüfus değişimine gelecektir.
Azınlıklar konusu İngiltere ve emperyalist ülkelerin hayallerinden vaz geçmesine yetmeyecekti. II. Dünya Savaşından sonra azınlıklara “demokratik haklar ve insan hakları” verildi. Ama yoruma açık bu tanımlar sonunda bize de bazı “dayatmalar” denenecekti. “Sevr’de planladıkları Ermenistan ve Kürdistan devletlerinin kuruluşunu gerçekleştiremeyenler; devletin asli unsuru olan Kürtleri azınlık statüsüne sokamayanlar bugün yeni birtakım planların peşinde koşmaktadır.” Bu amaçlarına ülkemizdeki Kürt vatandaşlarımıza özerklik, federasyon ve konfederasyon önerebilmekte, bunları demokratikleşme ve insan hakları kılıfıyla sunmaktadırlar.
Son bölümde Lozan’ın niçin tartışıldığını anlatıyor yazarımız… “Sevr Antlaşması ve onu hazırlayan Paris Barış Konferansı; Anadolu’nun parçalanması ve emperyalizmin nüfuz alanları oluşturma politikaları çerçevesinde üç “devlet doğurtmayı” öngörmüştür: “Pontus, Kürdistan, Ermenistan.” İşte o gün bunu başaramayanlar şimdi halen o tehditlerinden vaz geçmiyorlar. “Ayrılıkçı Kürtçülük hem Osmanlı Devleti’nin hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması yolunda dönemin küresel gücü/güçleri tarafından kullanılan, halen de kullanılmakta olan en önemli faaliyetlerdendir” diyor yazarımız.
Her satırının dikkatle okunması gereken, tarihi olayları yaşandığı zamana göre değil, günümüze göre yorumlayanlara ders niteliğinde belgeler sunan bir kitap… Elbette daha farklı bakış açısı ve belgeler de sunulabilir; ama olay ortadadır. Ucuz popülizm adına gerçekleri görmezden gelmek ya da çarpıtmak bir sonuç doğurmaz; sadece bilmeyenlerin kafasını karıştırır.
Günümüzde tekrar masaya sürülen “Barış” hamlesini anlamaya çalışırken, bunun gerçekten zaten içte bitmiş olan terörün bitirilmesini mi, yoksa yukarıda yazılı gizli hesapların gerçekleştirilmesine hizmet mi ve son olarak bu hamlenin arkasında birilerinin geleceğini kurtarmak için mi kutsal barışı bile malzeme olarak kullanabileceğini çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Barış içinde birlikte yaşamak, birilerine malzeme yapılamayacak kadar önemlidir.
İyi okumalar dileğiyle. (12.4.2025)