Yetmedi mi gari
Ülkemizde yüz yılın birikimi kin ve nefret duyguları, karşısına çıkanları eze eze her tarafı kaplıyor. Atatürk İlke ve Devrimlerine karşı ta Cumhuriyet’in kuruluşundan, Laik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devletine geçişimizden beri, kin ve nefretle susup karanlık ağlarının içine saklananlar, neredeyse yetmiş beş yıldır iğneyle kuyu kazar gibi bu değerlerin altını kazıyorlar. Demokrasiyi özümseyememiş, Laikliğin önemini kavrayamamış kişilerin gerek hoşgörü gerekse korkularından kaynaklanan boş vermişlikleri yüzünden o kalenin surlarından çok parçalar kopartıldı. Her açılan gedikten devletin kurumlarına sızan gericiler gittikçe daha çok yer kapıp, arkasına aldığı içerideki işbirlikçiler ile dışarıdaki onları büyütüp besleyen ağababaları sayesinde düzene kafa tutar hale geldi.
Demokrasi, kendilerinin istediğini yapabileceği, ötekileştirdiklerinin ise razı olmak zorunda oldukları bir araç; Laiklik, asla kabul edilemez din düşmanlığı ve inançlara saldırı olarak gösterildi. Ne yazık ki, Cumhuriyet döneminde çok düşük olup kısa zamanda biraz yükseltilebilen okur-yazarlık oranı, olanları algılamakta zorlanan bir kitle sayesinde, başta Köy Enstitüleri olmak üzere aydınlanmacı her hamleyi engelleyip, eğitimi Dini Eğitim haline çeviren bu gerici tayfayı hızla amaçlarına ulaştırmaktaydı.
En ufak bir demokrasi, çağdaşlık, aydınlanmacılık, hak-hukuk-adalet gibi konularda halkın sesi yükselmeye başladığında, ağababalarının desteğiyle sürekli askeri darbeler, faşist muhtıralar, sıkıyönetimler ve KHK ile düzene karşı çıkanlar çok ağır bir şekilde bastırıldı, biber gazı, cop, tekme-tokatla gözaltına alındı, yaralandı, öldürüldü, hapislere dolduruldu.
Ülke, adeta yurtseverlerle gericilerin arenasına dönüşmekteydi! Buna sağ-sol çatışması diyerek amacını daralttılar, hedefini küçülttüler. Aslında ülkemizin yeniden Laik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti mi, yoksa gerici, yobaz, dinci teokratik/faşist bir devlet mi olacağı belirlenmekteydi.
Ülkemizin jeopolitik konumu emperyalist devletlerin yıllardır ağzını sulandırmasından dolayı, hiç değilse “Manda” altına alınması reddedilince “Gizli Sömürge Ülkesi” yapılmak istenecekti. Osmanlı zamanından beri hep bu hayalle yaşayan sömürgeci devletler, yakın zamanda değişen dünyaya ayak uydurarak fetih sevdasından vaz geçip, kaleyi içten fethederek ülkeye el koymayı yeğleyecekti. Bu nedenle ileride işlerine yarayabilecek özel yetenekli, sahibinin sesi olabilecek, hırsı aklının önünde işbirlikçilerini çok erken dönemlerde keşfedecek, onları özel eğitimlere alacak, vatanına ihanet edebilecek hale getireceklerdi. Son yüz yıl içinde ülkemizde yaşananlara dikkatle bakarsak bazılarının işlerini ne kadar iyi yaptıklarını ancak anlayabiliriz!
İşte bu aymazlığımız yüzünden çok darbeler yedik, çok kayıplar verdik, neredeyse ülkemizin coğrafyasından bile parçalar koparmak isteyenler oldu, bugün de varlar! Tüm bunları başarabilmek için iç savaşa varacak kadar terör, halkı bölüp düşman etmek, etnik ve dini ayırımları öne çıkarıp birbirleriyle kavgaya sokmak gibi sürekli kavga, yaralama, hapse atma yanında faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar yaşatılarak, halkın kendi yurdunda eşit vatandaş değil, kan davalı gibi yaşamalarını sağladılar.
Anayasa, tanınmayan, hoşlarına gitmeyen hükümleri kabul edilmeyen, gereksiz bir yazı halinde kaldı. Yani ülkemiz bir Anayasa ülkesi değil, Anayasası da olan bir ülke haline getirildi. Eh; yasaların anası Anayasa böyle olunca garibim diğer yasa ve yönetmelikler zaten dikkate bile alınmaz olabildi! Elbette bunlar yine de silip atılamayan kurumlar tarafından yapılmak zorundaydı. Örneğin Mahkemeler; bakanlığa bağlıydı ama tarafsız, bağımsız, Kuvvetler Ayrılığına uyan, kendi iç işlerinde HSYK denen kurulları sayesinde siyasete bulaşmamaya çalışır, yargıçları “Yüce Türk milleti adına, Anayasa ve yasalara, çağdaş dünya hukukuna ve vicdanına göre” bağımsız ve tarafsız kararlar verirdi.
İşte bu, dinci ve faşist rejimlerde asla kabul edilemeyecek bir durumdu! Ya din her alanda toplumun tek yasası olacaktı ya da liderin her dediği yasa sayılacaktı. Bunları da adı “Mahkeme” olan kurumlarda güce biat ve itaat ettirdikleri kişilere yaptıracaklardı! Buna yargının siyasileşmesi deniyor; Anayasa ve yasalara göre aynı suça ayrı cezalar çıkabiliyorsa orada tuz kokmuştur! Hukuk Devletinden söz edilemez.
Artık çok “alametler” belirmiştir. Ülkemizde halkın tek güvencesi adalet, eşit vatandaş olma, bağımsız yargı, can ve mal güvenliği olmalıdır. Ortadan bölüp “Bizimkiler ve Ötekiler” haline sokulmuş halk, açlık, yoksulluk, sefalet, güvencesizlik, gelecekten korku, işsizlik, özetle geçinememe ve güvenememe ile terbiye edilirken, eğer buna bile şükredilmezse yaratılan “Korku ve Baskı” kamçısı ile sindirmeye çalışılıyor. Yani tuz bile çoktan kokmuştur!
Peki ne yapmalı? Korku insani bir duygudur, ama korkunun ecele faydası yoktur! Bundan daha fazla sefalet, güvensizlik ve ötekileştirme kalmamıştır; yapılacak iş “Yetti Gari!” demekle başlar. En büyük gücünüz elinizdeki Oy’unuzdur!
Sizler asla “Çaresiz” değilsiniz, aslında gerçekte “Çare Sizsiniz!” Bunu asla unutmayın.