Çocukluğumun, gençlik yıllarımın en önemli kurumları idi benim için. Sadece benim için mi? Hayır, tüm ailemin kurumlarıydılar. Neredeyse ailemizin birer parçası olmuşlardı. Çünkü babam uzun yıllar arkadaşları ile birlikte tırnakları ile kazıyarak yoktan var etmişlerdi her iki kurumu da. Sadece bir örnekle anlatmam gerekirse, biz özellikle kurban bayramlarında babamızın elini öpüp bayramlaşamadık evimizde. Türk Hava Kurumuna gider orada bayramlaşırdık, diğer yönetici arkadaşlarının da çocukları ile birlikte. Ve ramazan aylarında fitre ve zekât zarfları toplanır, tek tek sayımlar yapılır, tutanaklar tutulur, dikkatlice paketlenirdi. Bazen üzerinde miktar yazılı zarfların içi boş çıkardı. Çıkardı da, babam hemen cüzdanını açar ve üzerindeki miktarı hemen içine koyar ve hiçbirimize göstermeden zarfların arasına karıştırırdı, zarf sahibinin ismini bilmeyelim diye. İlk uçağa binişim de Türk Hava Kurumu’nun tek motorlu küçük uçakları ile olmuştu. Kurumun Sinop’a getirdiği o küçücük uçaklar halka önce korkuyla karışık bir heyecan verir, sonra da binenler inmek istemez, bir kez daha binmek için sıraya girerlerdi. Ve biz çocuklar, gençler bu dev kurumları hiç yıkılmaz abideler olarak görürdük.
Şimdi baktığımızda ve bu kurumlara yapılanları gördüğümüzde, içlerinin nasıl boşaltılıp boş çuval gibi ortaya bırakıldığına tanık olduğumuzda, önce ben kendi adıma utanıyorum gerçekten. Nasıl bu kadar duyarsız olduğum için, kurumlar hiç teslim edilmemesi gereken ellere teslim edilirken sessiz kaldığım için. Şimdi diyeceğim ki kendimi teselli etmek veya suçluluk psikolojisinden kurtulmak için, “ben de uzun yıllardır bu düzenle mücadele ediyordum, hangi birine yetişebilirdim ki “. Hiç boşuna ne kendimizi, ne de birbirimizi kandıralım, bu kurumlar ve bu devletin her bir kurum ve kuruluşları birilerinin ellerine geçip çürütülmüş, içleri boşaltılmış, işlevsiz hale getirilmiş ise bu durumların başlıca suçluları bizleriz. Şimdi diyeceksiniz ki “ hiç mi hırsızın suçu yok!”. Evet tabii ki asıl suçlu onlar. Ama onlar “minareyi çalıp kılıfını hazırlayanlar” aynı zamanda. Şimdi sorarım size, biz göz yummasaydık, üç maymunu oynamasaydık, hatta “ bu ülkeyi ben mi kurtaracağım” demeseydik, hatta ve hatta bazılarımız “bu pastadan bir dilim de ben kapabilir miyim acaba” beklentisine girmeseydik bu kadar rahat soyabilirler miydi ülkeyi? Hırsızı hep dışarda aradık. Hâlbuki biz dışarıyıseyrederken veya “aaa bak kuş geçiyor “ diye havayı gösterirlerken onlar evde ne var, ne yok götürüyorlardı. Halen götürüyorlar, biz de halen uyuyoruz, iyi mi?
Her şeyi anladım, her türlü yolsuzluğu, hırsızlığı anladım ama bu KIZILAY VE TÜRK HAVA KURUMUNA YAPILANI ANLAYAMADIM. Veya içime sindiremiyorum. Deprem bölgesinden gelen haberleri dinledikçe daha çok çıldırıyorum. Enkaz altında can çekişerek ölenlere mi, donarak ölen bebelere mi, elektriği kesilen, jeneratörü çalışmadığı için solunum cihazına bağlı olarak boğulan hastalara mı ve bütün bunları görerek yaşamaya çalışan depremzedelerin “keşke ölseydim” diyenlerine mi, kafayı üşütüp çıldıranlara mı, hangisine yanayım. Çok öfkeliyim çok.
Eğer bu girdaptan çıkamazsak, çıkmaz için her birimiz canla başla mücadele etmezsek hiç hak etmiyoruz demektir yaşamayı. Başaramazsak YUH OLSUN bizlere!
Yazımı Neyzen Tevfik’ in şu dizeleri ile bitirirsem kızmazsınız di mi?
EKMEK HERKESE YETECEKTİ ASLINDA./ TARLAYA KARGA DADANDI, AMBARA FARE, FIRINA HIRSIZ, MEMLEKETE HARAMİ./GELDİKLERİ GİBİ GİTMEDİLER…….
Bu kadarı yeter, gerisini siz tamamlarsınız artık!
FACEBOOK YORUMLAR