Kitabın Yazarı: Zülfü LİVANELİ
(E-kitap, Doğan Yayıncılık, 1. Baskı-Ocak 2017, 155 Sayfa)
Kitabı elimde tutarak, onu hissederek okumayı severim. Ama ilk kez bir e-kitap okudum. Bilgisayar kucağımda, kısa dinlenmeler hariç neredeyse bir solukta okudum bu kitabı. Konusu, Mardin’de başlayıp ABD’de biten, son kalıntıları İstanbul’da izlenen romanda ülkemizin yakın tarihinde yaşanmış (mı?) olaylara, dini inançlara, çatışmalara, cinayetlere kadar varan olayları içeriyor.
“Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürü de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparıp çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”
Ortadoğu’yu böyle özetliyor yazar… Onlarca dinin ve din adamının çıktığı bu yöre inanç uğruna kendi kendini öldürmekten yorulmamış görünüyor. Suriye ile başlayan kavgadan sonra ülkemize sığınmak zorunda kalan insanların içinde her dinden, her ırktan, her siyasi düşünceden insanlar vardı. Birilerinden kaçmak zorundaydılar! IŞİD gibi Müslüman geçinip kendine göre Müslümanlığını beğenmediklerini, hele Yezidi-Ezidi inançtakileri zevkle katlettikleri bir dönem yaşandı. İşte roman, İstanbul’da bir gazetecinin ABD’de dini inancı yüzünden vahşice öldürülen yaşıtı bir gencin çocukluk arkadaşı çıkması üzerine kalkıp cenazenin geleceği Mardin’e gitmesiyle başlıyor.
İbrahim, çocukluğunun geçtiği sokaklarda yabancı gibi dolanmaktadır. Çok şeyler değişmiştir buralarda. “Çarşıda, okulda, kadim Süryani, Müslüman, Yahudi, Mecusi, Zerdüşti, herkesin ahbaplık ettiği, birbirlerinin kutsal günlerini kutladığı şölen günleri… Ama şimdi iyice içine kapanmış, sertleşmiş öfkeli bir İslam’ın gölgesi altında kararan bir şehir. (…) Evlerde rakı içilirdi, mahlepli Süryani şarabı yudumlanırdı ama lokantalardan yayılan yoğun rakı-kebap karışımı koku bambaşkaydı. Şimdi yürüdüğüm sokaklar daha karanlık sanki, daha neşesiz, daha ıssız. Bir yandan IŞİD, bir yandan PKK, bir yandan devlet güçleri derken çarpışmaların ortasında kalmış, korku içinde bir kent.”
Yabancılaştığı kentte arkadaşı Hüseyin’in ailesine ulaşır, başından geçenleri öğrenmeye çalışır. Hüseyin, sığınmacılar içinde gözleri görmeyen bir kadına âşık olmuştur. Kadın Yezidi’dir! Ailesine kabul ettiremeyecektir Meleknaz adını taktığı kadını… Hatta önemli bir ailenin kızıyla olan nişanını atmış bu yüzden… Hüseyin ısrar etse de evde barınamayan Meleknaz evden kaçar, onu bulacağı yeri bilir Hüseyin; Güneş Tapınağı… Seyda ona anlatır; “Doğunun bilginleri Batı gibi kitapla değil, sözle, şiirle, menkıbeyle, meselle konuşur” der. Mushafı Reş, yani Kara Kitap’larının kayıp olduğunu, bu nedenle kitaptakilerin babadan oğula, anadan kıza ezberlettirildiğini söyler. İbrahim daha sonra Meleknaz’ın kader arkadaşı Zilan’dan “babasının kızına kutsal kitabı ezberlettiğini” öğrenecektir.
İyiyliksever bir dindaşları sayesinde kurtarılarak Şengal Dağından Türkiye’ye doğru çok zor koşullarda yürümektedirler. Kendileri gibi bu yola düşüp başaramamış, çoğu açlıktan ölmüş insanları tüm gayretleriyle görmezden gelerek hedefe doğru yürürken bir gece Nergis kendini uçurumdan atar, oracığa gömerler. Meleknaz da doğurur! “Şengal’de bıraktıkları Nergis’in adını yeni bebeğe verirler. Anne bebeğini zorla sadece emzirir, kabullenmez. Artık açlıktan ölme sınırına geldikleri bir an ise hepsine ve kendine de ana olur, memesinden süt sağıp doyarlar. Sonunda Türkiye’ye ulaşacaklardır.
Abisi Salim, ABD’ye dönerken takside kısaca anlatır Hüseyin’i. ABD’deki faşist ırkçı örgütlerin İslamofaşizm adına kardeşini domuz yağı sürülmüş bıçakla -çünkü o zaman cennete gidemezmiş! - vahşice öldürmüştür. Bu inanç düşmanlığının 11 Eylül’den sonra hızla arttığını ekler. Hüseyin’in hastanede son sözlerinin “Ben bir insandım” olduğu ve bir anlam veremediklerini söyler.
Gazeteci duydukları, yaşadıkları ve gördüklerinden şaşkın Mardin’den İstanbul’a döner. “Meleknaz’ı bulmak, onu görmek, konuşmak bir saplantıya dönüşmüştü, gece gündüz onu düşünüyordum. (…) Belki bir hikâyeye vurulmuştum ben; evet, evet bir hikâyeye, bir kültüre, bir tarihe vurulmuştum. Hiç insan bir hikâyeye vurulur mu?”
“Beni tanımıyorsun bile dedi, seni tanıyorum dedim, sanırım tanıyorum, ama ben seni tanımıyorum dedi, tanımak için uğraşıyorum dedim… Yüzüme alaycı bir ifadeyle baktı, daha doğrusu anlamaya çalışıyorum dedim, bırak sana daha yakın olayım, dünyadaki bütün insanların kötü olmadığını göstermeye çalışayım… Sonra gözlerine bakarak, çünkü ben sana yardım etmek istiyorum Meleknaz dedim beni de şaşırtan bir cesaretle, yanlış anlama, senden çok kendime yardım etmek istiyorum, tekrar insan olduğumu anlamak istiyorum, Nergis’i tedavi ettirmek istiyorum, içimde büyük bir huzursuzluk var, beni yavaş yavaş öldüren bir huzursuzluk.”
Meleknaz sadece “şükran” diyerek kalkıp gidecektir İbrahim’i iç dünyasıyla baş başa bırakarak. Yine her Pazar randevu yerine gider gazeteci inatla. Ama yaşam devam etmektedir. Bir gün Edirne’de yakalanan sığınmacılar için gazeteci görevlendirilir. Orada da birçok Meleknaz görür kucağında çocuğuyla.
Çarpıcı bir kitap, içindeki ayrıntıları okudukça Ortadoğu, inançlar ve insanlar hakkında çok şeyler öğreneceğiz.
İyi okumalar dileği ile. (24.12.2023)