Türkiye son Cuma ile Pazartesi arasında öylesine zorlu saatlerden geçti ki, inanın sinirlerin dayanması nasıl mümkün olabildi anlamak çok zor. Git-geller arasında geçen dakikalar, her an değişen kararlar, açıklamalar, kaprisler, birbirlerine üstünlük taslama çabaları, siyaset mühendisliği hesapları, santraç oyunu ve nihayet son hamle ile şah ve mat.
Keşke bu kadar ince hesapları ülkemizin bağımsızlığı, adaleti, eşit yurttaş hakları, halkımızın refahı için yapabilseydik. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girdiğimiz günlerde, üzerimizde oynanan oyunları görebilseydik, siyasi iktidarın sözde “ılımlı İslam” modeli dayatmasını hissedebilseydik, koskoca 20 yıl içinde yaşadıklarımızın değerlendirmesini aklımızı kullanarak yapabilseydik, her şey bir yana Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl önce yaptığı uyarıları dikkate alabilseydik 70 yılımızı heba etmez, haydi bizden geçtim, en azından çocuklarımıza ve torunlarımıza bu günleri yaşatmamış, onların geleceklerini ipotek altına aldırmamış olurduk.
Ne oldu peki? Al takke-ver külah hesabı yapan birisi yüzünden dört gün dört dönüp yine aynı noktaya geldik. Değdi mi bu kadar strese, halkın sinirleriyle oynanmasına, umutların söndürülmesine, önümüzdeki günler için beyinlere “ acaba yine benzer şeyler olur mu? “ şüphesinin sokulmasına, güvensizlik yaratılmasına?
Öncelikli amaç neydi? Bu ucube sistemden ve tek adam rejiminden kurtulmak ve ülkeye, halka bir nebze olsun nefes aldırmak değil miydi? İğne ile kuyu kazar gibi sabırla çalışılarak yaratılan birliktelik ve devamında “millet ittifakı” dışındaki muhalif diğer tüm ittifakları da içine alarak muhalefet cephesinin genişletilerek bu kısır döngüden çıkmak ve şeriatçı faşist yönetim ve uygulamalarından kurtulmak değil miydi öncelik? Peki, neden her zaman yaptığımız gibi küçük hesaplar peşine düşüp, kronikleşmiş hastalığımıza yenik düşüp ülkemizi, geleceğimizi riske ediyoruz? Ne zaman uyanıp, hatalarımızı kabul edip yapılması gerekenleri yapacağız?
Şunu artık iyice kafamıza koyalım; gidecek başka bir ülkemiz yok. Bu ülkede doğduk, bu ülkede öleceğiz. 85 milyonluk nüfusa sahibiz, yurt dışına, bir başka ülkeye ancak birkaç yüz bin kişi çıkabilir. Yani hemen hemen hepimiz bu ülkede yaşamak zorundayız. Hiç hayal kurmayalım. Hayal kurma yerine nasıl birlikte, barış içinde, sömürülmeden, insanca, hukuk kuralları içinde yaşayabilmenin yolunu bulmalıyız.
Geldiğimiz noktada her birimize ağır, ağır olduğu kadar onurlu görevler düşüyor. Önümüzdeki sürecin her şeye gebe olduğunu unutmadan, daha da dikkatli olarak demokrasi için, insanca yaşayabilmek için, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceklerini kurtarabilmek için, tam bağımsız bir ülkenin özgür yurttaşları olarak tüm gücümüzle çalışarak, kenetlenerek, kapı-kapı dolaşıp gerçekleri anlatarak, örgütlenerek seçimlere hazırlanmalıyız.
Seçim sandıkları bizim namusumuzdur. Seçim güvenliği, sandık güvenliği için gerekli önlemlerin alınmasında her birimizin katkısı olmalı. İstanbul yerel seçimleri bize göstermiştir ki, sandıklara sahip çıkarsak 13 binlerde olan oy farkı 800 binlere ulaşmıştır. Her türlü oyunlar ile 20 yıl boyunca elimizden çalınan oylarımızla iktidar olanlar artık yolun sonuna ve hesap verme pozisyonuna gelmek üzereler.
Tüm bu gerçekler ışığında yapacağımız tek şey, her birimizin ellerimizi, hatta gövdemizi taşın altına koymamız olmalıdır.
Bilmem farkında mısınız? İster tesadüf diyelim, ister mucize! Cumhuriyetimizin İKİNCİ YÜZYILINA YİNE BİR “ KEMAL “ İLE GİRİYORUZ. Kurtuluş ve kuruluş sürecinin önderi MUSTAFA KEMAL idi. Onun gösterdiği yoldan yürüyüp ülkemizi bu kapkara ortamdan çıkarmaya yine bir “ KEMAL “ önderlik ediyor.
O HALDE HAYDİ ARKADAŞLAR!
HEP BİRLİKTE GÖREV BAŞINA!