Birinci Dünya Savaşı öncesi ortamda dünyaya düzen vermeye
çalışan ve egemenliklerini kendi içlerinde tek adama teslim etmiş
olan milletlerin monarşik devlet yönetimleri başında bulunan,
ihtiraslarına yenik durumdaki maceraperest yöneticilerin;
dünya üzerinde emperyalist- kapitalist hâkimiyet ve kazanımlar
elde etmek adına akıldan yoksun, hayalci politikalar üretip
uygulamaya koymalarıyla neticede hem kendi ülkelerini hem de
tüm dünyayı felâkete sürükleyecek ölüm, zulüm ve yıkımdan öte
hiçbir kazanımın olamayacağı zeminin taşlarını döşedikleri
tarihsel bir gerçektir.
Tarif edilemez bir bunalım atmosferinde ve adeta
barut fıçısının üzerinde tedirgin yaşamakta olan dünya;
Avusturya veliahdı Arşidük Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te
Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da
öldürülmesiyle sarsılır.
Böylelikle dünyayı kaosa ve yıkıma götürecek olan
bir genel savaşın ilk kıvılcımı da ateşlenmiş olur.
Bu kriz ortamında dünya iki bloka bölünmüş durumdadır.
Bir tarafta başta İngiltere olmak üzere Rusya ve Fransa’nın
yer aldığı itilâf devletleri, diğer tarafta ise Almanya’nın
önderliğindeki Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan
ülkelerinin birleşiminden oluşan, sonrasında bizim de
aralarına katılmış olduğumuz müttefikler olarak adlandırılan taraf.
Bu olumsuz atmosferde Osmanlı Devleti ise;
son günlerinde yönetim zaafı ile birlikte sürekli kayıplar içinde
ve Batı’dan aldığı aşırı borçlar nedeniyle de mâli yönden
iflâs etmiş olmakla, dönemin Çarlı Rusyası ve emperyal
devletlerin yorumuyla her an ölüp gidecek ‘’ Hasta Adam ‘’
olarak tanımlanan bir ülke durumundadır.
I.Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte; Osmanlı yönetimi
üst kademesinde bulunanların zihinlerine yerleşmiş
Alman hayranlığının ağır basan etkisiyle Almanya’nın
başını çektiği safta yerimizi alırız.
Neticede, ne yazık ki ülkemizin başında sorumlu olanların
ama geleceği göremeyen maceracı, sorumsuz devlet yöneticilerin
gerçek ötesi hayale dayalı düşünceleri etkisinde aldıkları kararlar
sonucunda bir oldubitti durumla; Osmanlı Donanma Komutanlığı’na
atanmış olan Alman Tuğamiral Suschon komutasında Karadeniz’de
Rus gemilerini batırıp ayrıca Rusya’nın Odesa, Kefe ve Novorossiysk
limanlarını bombalamamızla birlikte hiçbir çıkarımız olmaksızın
Almanya’nın yanında içinden çıkılamayacak küresel bir savaşa girmiş oluruz.
Bu Osmanlı’nın kendi sonunu getireceği bir intihar girişimidir aslında.
Düşünün ki bu savaşta; bir zamanlar dünyaya hükmetmiş
Osmanlı Devleti’nin üst düzey askeri savunması ve komutası Alman
Generallerinin yetkisine ve eline teslim edilmiş durumdadır.
Savaş sürecinde, başta Çanakkale olmak üzere vatan savunmasında
birçok cephede başarılı olmamızla birlikte sonuçta;
müşterek safta olduğumuz devletlerin yenilgisiyle birlikte
Osmanlı Devleti’nin de yenilmiş olduğu kabulle barış masasına
oturulmak zorunda kalınmıştır…
Osmanlı Devleti, adeta bir macera adına plânsız ve bilinçsizce
girmiş olduğu bu son savaşı da ne yazık ki böylelikle kaybetmiştir.
Yenik düştüğümüz I. Dünya Savaşı sonunda taraflar arasında
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması
hükümleri gereğince aynı zamanda çok ağır bir baskı ve kıskacın
altına girilerek, savaşı kazananların dayatmalarına boyun eğmek
durumunda kalınır. Mütarekenin Osmanlı Devleti’ni bağlayıcı
maddeleri ise son derece ağır hükümler ifade etmektedir.
Bu yenilgimize bağlı olarak, imzalanan mütareke şartlarını
fırsat bilen ve öteden beri akbabalar gibi üzerimize çökmek
hayalinde olan, başını İngiltere’nin çektiği emperyalist düşman
hiç vakit kaybetmeksizin işgal planlarını uygulamaya başlar.
Kesinlikle en başta ve önemli olan hedef ise; daha önceden kendi
buyruk ve kontrollerine almış oldukları saray ve onun hükûmeti ile
birlikte Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u ve sonuçta fiilen
ülkeyi tümüyle işgal ederek teslim almak düşüncesidir.
Savaşın ağır koşulları sonucu, ne yazık ki padişahın iradesiz ve
teslimiyetçi yönetimiyle bu düşünce ve plân gerçekleşmiş olur.
Daha önce düşman kuvvetlerince 13 Kasım 1918 günü zaten
fiilen işgale uğramış durumda olan Osmanlı Devletinin başkenti
nadide şehir İstanbul; bu defa 16 Mart 1920 günü resmen işgal edilir.
Aynı gün sabaha karşı Şehzadebaşı’ndaki bir karakolumuz basılarak
yataklarında uyumakta olan masum askerlerimiz alçakça katledilip
şehit edilir. Ayrıca Osmanlı’nın parlamentosu konumundaki
Meclis-i Mebûsan basılıp, aralarında düşüncelerinden ve kaleminden
başka silahı olmayan vatansever Türk milliyetçisi Ziya Gökalp de
olmak üzere mebusların ( milletvekillerinin ) bir bölümü tutuklanarak
İtalya’nın Malta Adası’na sürgün edilir.
Tüm bu olup bitenlerin karşısında daha da acı olanı ise
Osmanlı Devleti’nin Padişahı ve onun yönetimi altındaki
Saray Hükûmetinin; düşmana tam anlamıyla bir teslimiyet içerisinde
işgali kabulle sadece üzüntülerini belirtip, ciddi anlamda hiçbir
karşı koyuş ve direniş gösteremediğidir.
Türk ve Müslüman ahali çaresiz, üzgün ve bir kurtuluş
ümidi taşımaktayken, başta Hristiyan ve Rumlardan oluşan
azınlıklar zafer sarhoşluğuyla sevinç içindedir.
İşgalcilere hiçbir tepki veremeyip sessiz, sinik ve yenik kalan
Padişah ve sarayın beslemesi Osmanlı Hükûmeti ise
onurlu bir direniş göstereceğine işgalci düşmanın emirlerine
boyun eğip işi din kılıfına da uydurarak, Şeyhülislâm Dürrizade
Abdullah’dan ( sonradan Rodos’a kaçıp İtalya’ya geçen)
alınan ısmarlama fetva desteğiyle; Anadolu’da millî direniş
hareketini başlatmış olan Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında
idam fermanı hazırlayarak padişahın onayına sunar.
İdam kararı; ülkesi işgal edilmiş düşmana teslim durumdaki hain ve
onursuz Padişah Vahideddîn tarafından onaylanarak yürürlüğe konulur.
Ayrıca düşman işgaline karşı Anadolu’da başlatılan ve Kuvâ-yi Milliye
olarak bilinen millî direniş örgütünün mücadelesini kırmak için;
işgalcilere destekle padişah ve saray yanlısı Kuvâ-yi İnzibâtiye
örgütü oluşturularak bir iç savaş yolu tercih edilir ama
millî direnişin karşısında başarılı olamazlar.
Neticede ise iyice acziyete düşmüş olan anlı şanlı Osmanlı Padişahı
ve İslâmın Halifesi unvanını da taşımakta olan Vahideddin,
ülkesini savunan Anadolu halkının yanında olması gerekirken
İngilizlerin kucağına düşüp, işgalci düşmanın safında yer alarak
onlara teslim olma yolunu tercih eder.
Vatanını ve başkent İstanbul’u işgal eden Hristiyan İngiliz Ordusu’nun
başkomutanı, sömürge valisi General Harington’a hitaben ;
‘’ İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devletine
sığınır ve bir an önce başka bir yere götürülmemi talep ederim
efendim ‘’ diyerek yazılı talepte bulunur.
Üstelik, kendi haremini de yabancılara emanet ederek
onursuzca işgalci İngiltere’nin koruması altında 17 Kasım 1922
tarihinde İngilizlerin Malaya zırhlısıyla ülkesinden
kaçarak Malta Adası’na intikal eder.
Ne onur kırıcı ve kabul edilemez durumdur bu….
Hem de uzunca yıllar dünyaya hükmetmiş ve nizam vermiş
Osmanlı İmparatorluğu başkenti İstanbul’un; yabancı güçlerce
devlet/saray yönetiminin gözleri önünde ve rızasıyla
acımasızca işgal edilmesi ve dönemin Osmanlı yönetimince
buna seyirci kalınarak kabul edilmesi….
Evet Osmanlı Devleti’nin güçlü padişahı Fatih Sultan Mehmet’in
29 Mayıs 1453 tarihinde fethettiği ve İmparatorluğunun
başkenti olan İstanbul, fetihten 467 yıl sonra emperyal güçler
tarafından ele geçirilip fiilen işgalle, maddi ve manevi olarak
ayaklar altına alınarak düşman çizmeleriyle çiğnenmiştir.
Buna rağmen gerçek anlamda vatansever Türk’ün ruhu
umutları ve direnişi asla kırılıp teslim alınamayacaktır…
Kurtuluş mücadelesinin mimarı Gazi Mustafa Kemal Paşa
hakkında Saray tarafından idam kararı verilmiş olsa da
onun önderliğinde Türk Milleti ile birlikte kurtuluş ve yeniden
diriliş adına başlatılan inançlı kutsal mücadele sonunda
işgalcilere hiç unutamayacakları tarihe geçen ders verilmiş
ve geldikleri gibi gitmişlerdir…
5 yıl süren esaret sonrası, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan
Anlaşmasıyla edindiğimiz hukuksal kazanım neticesinde;
işgal kuvvetleri 02 Ekim 1923 tarihinde Türk Bayrağını selamlayarak
İstanbul’u terk etmek zorunda kalır.
Kahraman Türk Ordusu 06 Ekim 1923 tarihinde zafer coşkusuyla
İstanbul’a girerek kenti ve yönetimi ele almıştır. Bu büyük bir zaferdir…
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Türk Milletiyle birlikte verdiği
inanılmaz mücadeleler sonucu ikinci bir fetihle yeniden
kazanılmış olan İstanbul, günümüzde başkent statüsünde
olmazsa da ülkemizin gözbebeği olup, dünyanın çok özel ve
cazibeli kentleri arasında yer almaya devam etmektedir.
Asla hiç unutulmamalıdır ki; düşman eline düşerek acımasızca
işgale uğrayan Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u
Türk Milletinin özverili ve dirençli mücadelesi neticesinde
ikinci kez fethederek vatanımıza kazandıran ve batmış bir ülkeden
yeniden dirilişle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurup
Ankara’yı başkent yapan, tüm dünyanın saygı duyduğu
muhteşem liderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve
onun tarihe geçen destanlaşmış inanılmaz mücadelesidir.
Tarihten ders alınması, geçmişte kalan o kara günlerin
asla unutulmayıp, bundan böyle de yaşanılmaması dileğiyle…