Deniz Özen

Deniz Özen

[email protected]

Bir Bu Kadar Da Yerin Altında Var!

01 Haziran 2020 - 16:00

Varlık içinde, yokluk çekmek bu olsa gerek.
Sen gel medeniyetlere ev sahipliği yap,
Krallara saraylık yap,
Vakti zamanında dünyanın göz bebeği ol,
Sonra geldiğin noktaya bak!
Nasıl bu hele geldik?
Stratejik olarak kıymeti ve değeri paha biçilemeyen bir kentten, ülkenin kuzeyine sıkıştırılmış hale nasıl geldik?
Kim ya da kimler, tarihte gelişmişliği ile dillere destan bu kente kıydı?
Vakti zamanında gelişmiş bir kent, hangi zihniyetlerin işine gelmedi de engellendi?
Bu doğrultuda sorulacak çok soru var ancak ben bunları şimdilik geçeceğim.
Benim güzelim kentimi, bu hale getirenlere tarih muhakkak hesap soracaktır.
Halının altına süpürülmüş bütün değerlerimiz.
Binlerce yıllık değerlerimiz, maalesef karanlığa terk edilmiş.
Medeniyetlerin üstüne kurulmuş çağdaşlık, bence bu tam bir çağ dışılık…
Günümüzde ülkelerin en büyük gelir kaynağı sanayiden sonra hiç şüphesiz turizm.
Sinop'a baktığımızda ise, sanayileşmede durumumuz ortada. Son yıllarda üretim bandımız azda olsa artsa da, ne öldürür ne de güldürür boyutunda.
Elde kaldı “TURİZM”
Turizm denildiğinde; deniz, kum, güneş. Oldu da bitti maşallah!
Şimdi beni iyi okuyunuz…
Kendi gücümüzün ne zaman farkında olacağız?
Bu kentin kurtuluşunun, tarihinde olduğunu anlamanın artık zamanı geldi.
Şu kenti gerçekten seven, değer veren, gelişmesini isteyenler haydi iş başına!
Doğası, coğrafyası, mantısı, nokulu, balığı, yeşili, mavisi… Yeryüzünde olan bütün değerleri ortada.
Ya yerin altındakiler?
Bu kadar da yerin altında var!
Binlerce yıllık tarihi günümüze kazandırıp, bu muazzam tarihin üzerine yarınlarımızı inşa edebiliriz. 
Etmekte zorundayız! Daha neyi bekliyoruz?
Şehrin altı bas bas bağırıyor; “Ben buradayım.” diye.
Ajans Sinop Gazetesi olarak, 3 bin yıllık tünelleri gün yüzüne çıkarttık. Her ne kadar geçmişte “Biz bulduk.” diyenler var ise de, atılan adımların sonuçsuz kaldığı ya da bilerek sonuçsuz bırakıldığı ortada. 
Lobiyi, hobiyi bir tarafa bırakarak, bu kentin tarihini karanlıktan çıkartmaya odaklanmalıyız.
İş ilk olarak, tarihimizi kabullenerek başlayacağız. Bu kentin tarihinde din, dil, ırk ayrımı olmaksızın yaşanmışlıklar var. Önce bunu kabulleneceğiz. Batı kültürünün hâkimiyetinden korkmak yerine, tarihimizi sahiplenerek kentimize hâkim olmak çok daha mantıklı olsa gerek.
Fatih Sultan Mehmet Han'ın Ahitnamesinde; “Dinler arası özgürlüğü ve sahip çıkmışlığı” hatırlatmaya gerek var mı? Bence yok. Kimse kimsenin dinini, dilini sorgulamasın. Gayemiz bu kentse eğer, tarihimize ayrım yapmaksızın sahip çıkmak zorundayız.
Bu yüzden yersiz endişelere kapılmak, insanın aklına çok daha başka şeyler getirmiyor da değil!
Şimdi tarihimize sahip çıkma zamanıdır.
Bürokrasi, siyaset, yerel yönetim, halk, amiri, memuru, işçisi, ustası ile el ele vermenin ve tarihi zenginlikten nemalanmanın vaktidir. 
Yer altı zenginliği ortaya çıktığında bu kentin önünde kim duracak?
“Bu kentten bir şey olmaz.” mantığını asla kabul etmiyorum.  Zira bu kentten birçok şey olmuş! 
Kent müzesinin bahçesine sıkıştırılmış bir tarih ne işe yarar?
10 Binin üzerinde tarihi eserimiz var ancak sadece yaklaşık 2 Bin adetini sergileyebiliyoruz. Bu nasıl bir stratejidir?
Bu nasıl bir iştir? 
Tarihi eserlerimiz dolmuş taşmış, hatta sırf yer yok diye; üstüne toprak atılıp saklanan onca tarihi eserimiz var biliyor musunuz?
Kimse kusura bakmasın ama bu işi beceremeyen durmasın yerinde. Bu kentin tarihinin altından kim kalkacak ise o gelsin, onu getirelim.
Binlerce tarihi eseri aynı çatı altında toparlayıp, sergileyebileceğimiz çok uygun bir yer var; 
Tarihi cezaevi…
Sergileyemediğiniz, tanıtamadığınız hiçbir şeyin bizlere faydası yok. 
Bu kentin tarihi ne bir bahçeye, ne de kitaplara sığar. Sinop, başlı başına bir müze zaten.
Bu kadim şehre hak ettiği değeri vermenin zamanı gelmiştir.
Bu kentin geleceği sadece “Turizmde” değil “Tarih ve turizmdedir” 
Dününü bilmeyen bugününü anlayamaz, yarını göremez, yarını inşa edemez; hatta dünden gelen hamlelerin nedenlerini bile bilemez…
Konu dışı, bir hatırlatma ile bitireceğim yazımı…
1994 yılında Birleşmiş Milletler tarafından alınan bir karar doğrultusunda, 3 Mayıs tarihi tüm çağdaş ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de “Dünya Basın Özgürlüğü Günü” olarak kutlanmaya başlandı.
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü nedeniyle, bir iki kişi hariç mesaj yayınlayanlar olmadı. 
Bunun iki nedeni olabilir;
Birincisi; Birilerinin bu gün hakkında kelam etmeye yüzü olmayabilir. 
İkincisi; Olanlar, böyle bir günün varlığını inkâr ediyor olabilir.
Bir kentin mülki amiri, bir gazeteciyi devletin resmi hesabından engelleyecek kadar gözü dönebiliyorsa, zaten böyle bir günden de bahsetmek yersiz olurdu değil mi? Bir yerde okumuştum ve çok hoşuma gitmişti. Aynen şöyle yazıyordu; ''Kralın soytarısı demiştik ama demek ki soytarı değil, kral imiş ayarı bozulan. Bu toplum ne düzeltmeler yaptı vakti zamanında, bozuk olan ayarlara. Yine yapacaktır, ömrü bu kentte kalmaya yetecek olanlar.” 
Kendini özgür hisseden, kendisini toplumun bir neferi gören, olana ayna tutan ancak karanlığa da ışık tutan tüm kalemlere selam olsun…

Bu yazı 1624 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum